Küçük bir ilçede yaşayan, akrabalık ilişkileri (ya da feodal bağları) kuvvetli işçi bir ailenin tek erkek çocuğuydum. Kendimde bir tuhaflık sezdiğim, duygudaşımı bulamayacağım bir yerde yaşıyordum. Bu tuhaflığa en yakın kişiler dönem itibariyle televizyonda sık sık rastladığım ve babamın gördüğü vakit sinkaflarla kanal değiştirdiği iki karakterdi: Fatih Ürek ve Kuşum Aydın. Ama bendeki tuhaflıkla onlardaki tuhaflık benzeştiği kadar ayrı da duruyordu. Aynı değildim, aynı hissetmiyordum. Davranışlarım da konuşmam da onlar gibi değildi. İnsanın belirsizliğe karşı tahammülsüzlüğüyle ergenlik bunalımları arasında kitabı okumaya başladım. Yatılı okulla müphemlik gitmiş, ergenlik bir süre daha devam edeceğinin garantisini vermiş ve başka bir korku sarmıştı içimi. Tuhaflık kötü hissettiriyordu. Bu korkuyla başedebilecek tek şey toplumca yakından tanıdığımız inkâr müessesesiydi. Ben de yaklaşık yedi sene boyunca, bir yandan sosyalist mücadeleyle yerle bir etmeye çalıştığım bu müesses nizamın koruyuculuğunda yaşadım. Ben olmayan, beni rahatsız eden bir ben vardı: bir yandan solcu, diğer yandan homofobik/transfobik, ahlakçı ve yer yer cinsiyetçi…
Erkekliği reddetmenin özgürleştiriciliği
Üniversiteye başlayalı üç yıl olmuştu. Meşhur Tekel Direnişi başladı. O dönem, Ankara Üniversitesi Genç-Sen temsilcisi ve il yürütmesi üyesiydim. Direniş alanında bir arkadaşım elime bir bildiri tutuşturdu Genç-Sen’e iletir misin diye: Kaos GL Eğitimde Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Ayrımcılığına Karşı Komisyon çağrı metni! Böylece Kaos GL ile tanışmış ve görevlendirmeyle toplantılarına dâhil olmaya başlamıştım. Öyle ya, Genç-Sen bir öğrenci sendikasıydı ve LGBTİ öğrencilerin sorunlarına duyarsız kalamazdık. Bizler eşitlik ve özgürlük mücadelesi yürüten “idealist” insanlardık, onlar da sistem tarafından mağdur ediliyordu. Komisyonda olduğum süre boyunca “biz” ve “onlar” ayrımı devam etti benim için. Kurtuluş mücadelesinde dayanışma sergiliyorduk biz onlar ile. Homofobi ve transfobi karşıtı öğrenci buluşmasına kadar ben biz, LGBT ise onlardı. Saf değişikliği artık şart olmuştu, zira birine âşık olmuştum ve âşık olduğum kişi aktivistti. Ona bunu söylemem, o zamanki algıma göre “ifşa olmam” demekti ve açılmam ifşa olmaktan evlaydı. Böylelikle açıldım, heteroseksüel görünümle başladığım LGBT hak mücadelesine artık kendim olarak devam etmenin zamanıydı. Erkeklere artık arkadaşımmış gibi davranmak zorunda değildim, “erkek muhabbetine” dâhil ol(ama)mak zorunda kalmayacaktım, “sen nasıl erkeksin?” sorularıyla muhatap olmayacaktım. Erkekliği reddetmenin özgürleştiriciliğini öğrenmeye başlamıştım. Erkekliği reddetmek ve eşcinselliğini açıklamak özgürleştiriciydi ama, aileme ne diyecektim, toplumsallaşmaya nasıl devam edecektim, ne iş yapacaktım? Bu arada ergenlik gitmiş, korku sadece şekil değiştirmişti. Bu korkunun çözümüyse basitti; inkâr kadar zor değildi. Sol/sosyalist mücadelenin yanına LGBT alanını dâhil edecektim! En azından, kendim olacaktım!
Kendim olmayla eşcinsel olmayı bir tuttuğum ilk heyecanlardı. Asla senin sen olmana izin vermeyecek iktidarlarla yüzleşmediğim, hareketi çok özgürleştirici bulduğum, homonormativite ile karşılaşmadığım zamanlardı. Harekete dair pembe bulutlar mağduriyet hiyerarşilerini, sınıfsal gerilimleri ve iktidar ilişkilerini görmeye başladıkça dağıldı. “Biz” olmak ilk günkü önemindeydi, ama her “ben”in deneyimi biricikti. Zira kimlik mefhumu başka birtakım pratiklerin ve deneyimlerin önüne geçebiliyordu ve tekleştirme tehlikesi vardı. (Bu sorun hâlâ yakıcı bir biçimde duruyor!)
Örgütlü mücadelenin geldiği nokta
Ankara’da Kaos GL ile başladığım LGBT aktivizmi İstanbul’da Onur Haftası ve çeşitli derneklerle çoğu zaman gönüllü olarak devam etti. Sosyal Politikalar Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Derneği’nde altı ay süreyle hukuk danışmanlığı yaptım. Bundan bir süre önce Avcılar Meis Sitesi’nde transfobik linç saldırıları olmuş, Diyarbakır’da ailesi tarafından öldürülen R.Ç.’nin duruşması başlamış, Bayram Sokak’a yönelik baskılar artmıştı, sinema baskınları yapılıyordu. Bu nefret toplumunda ve devletinde yaşamanın, bunlarla her gün muhatap olmanın sıkıntısı içindeyken Gezi direnişi boy gösterdi. Toplumca göğe bakma durağımız olan, az biraz nefes alıp umudumuzu tazelediğimiz Haziran günleri! LGBT Blok adı altında direnişte ve parkta yerimizi aldık. Ve hep yaptığımızı yaptık: direndik, dayanıştık, eğlendik, siyaset yaptık! Yirmi bir senedir örgütlü olarak yaptıklarımızı parkta görünür kıldık. Toplum (en azından bir kesimi) bizi ilk kez görmüş gibi yaptı, bir kısmı ilk kez gördü. İllegal örgüt sandıkları LGBT’nin anlamını öğrendiler. Öyle ki, İstiklal Caddesi’nde on birinci kez düzenlenen Onur Yürüyüşü on binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşti! Biz-onlar ayrımında ilk temas sağlanmış ve gayet başarılı geçmişti. Buna tanık olmak ve bu hareketin içinde onunla beraber büyümek tarihî bir şanstı benim açımdan. Bu sırada Türkiye solu, Kürt Hareketi, Türkiye Halkları ve LGBT hareketinin birleşik mücadelesi HDK partileşmiş, ben de Beyoğlu İlçe Teşkilatı’nın eşbaşkanı ve HDK Yürütme Kurulu üyesi olmuştum. Kendi açımdan bir anlam ihtiva ettiği için değil, hareketin geldiği noktayı göstermesi açısından vurgulamayı önemli gördüğüm bir nokta bu. Türkiye’nin en büyük siyasî hareketlerinden birinde LGBTİ’ler vardı ve söz hakkı sahibiydi. Tam bu sıralarda, Başbakan bir “ibneyi” kendisine ibne dediği için şikâyet etmişti ve mesele yine asla kişisel değildi. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ve bir ibne arasındaki davada “ibnelik” yargılanacaktı. Nitekim yargılandı. Şahsıma açılan (suç ve cezanın şahsîliği ilkesi gereği) bu dava kişiselin politik olması düsturundan hareketle bireysel bir meseleye hapsolmadı. Hareket meseleyi sahiplendi ve bu sebeple son kertede hareket kazanacak! Tam da bu nedenle anlatılan benim değil, bizim hikâyemizdir!